Buika
Flamenko füzyon aleminin son yıldızlarından Afrika kökenli, çingene ruhlu Concha Buika son albümü Nina de Fuego/ Ateşin Kızı adlı albümünün yayınlanması vesilesiyle İstanbul’da bir konser verdi. Flamenko’nun yeni divasıyla yaptığımız söyleşide seksenli yılların Mallorca’sından girdik, Las Vegas’a, Madrid’e uğradık, İstanbul üzerinden Bob Marley’e uzandık.
Afrika kökenlisiniz ama İspanya’da doğup büyümüşsünüz?
Evet, ailem siyasi nedenlerden ötürü Ekvator Ginesi’nden İspanya’ya sığınmacı olarak gelmiş. Babam ülkedeki iktidara muhalif olduğundan sürekli başı beladaymış, sonunda dayanamayıp kaçmışlar. Ben de Mallorca’da doğmuşum. Dokuz yaşımdayken babam bir akşamüstü bakkala gidiyorum diye evden çıktı ve bir daha dönmedi. Bu durumdan çok da mutsuz olmadım açıkçası, zaten bizi iyi eğitmek adına çoğu zaman despotça davranıyordu, ama annem için kolay olmadı, düşünsenize politik nedenlerle yurdunuzu terk ediyorsunuz ve kocanız bir gün aniden ortadan kayboluyor, meğerse babamın başına hiçbir şey gelmemiş sadece sıkılmış ve uzamış (gülüyor)
Çocukluğunuz tam da İspanya’nın demokrasiye geçiş dönemine denk geliyor. Siz nasıl yaşadınız meşhur geçiş dönemini?
Evet, çocukluğum demokrasiye geçiş zamanında Mallorca’nın kenar mahallelerinde geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse çok ilginç bir dönemdi. Aslına bakarsanız büyük toplumsal değişimlerin olduğu her dönem kendine özgü tuhaflıklar içeriyor bana kalırsa. İspanya’da bizim için de alışık olmadığımız bir sürü gelişme oldu. Düşünsenize İspanya yetmişli yılların sonuna kadar son derece kapalı bir toplum olmuş. Dış dünya bir yana kendisi hakkında hiçbir fikri olmayan bir toplum, düşünsenize! Bir anda Pandora’nın kutusu açılıyor ve insanlar bilgi bombardımanına uğruyorlar. Tabi yığınla safsata da kaplıyor etrafı, insanın kafası bayağı karışıyor. Sırf bu nedenle oldukça tuhaf bir o kadar da eğlenceli bir dönem olduğunu söyleyebilirim aklımda kalan geçiş döneminin. Çingene mahallesinde oturuyorduk. Okuldan çıkınca soluğu mahallenin meydanında alırdım. Her daim orospular, cankiler olurdu meydanda, bayağı renkli günlerdi.
Bir dönem Las Vegas’ta Tina Turner olarak sahneye çıkmışsınız?
Evet benim için ilginç bir tecrübe oldu. Hayatımda hiç Las Vegas kadar gayrı insani bir yer görmemiştim. Yaşadığım mahallede bir kapı komşum vardı, kız ikizlere hamileydi bir taraftan da crack satıyordu. Geceleri silah sesleri eksik olmuyordu. Yaşadığım her şey bir Kafka kabusuna benziyordu. Las Vegas çok tuhaf bir yer, çölün ortasına kurulmuş bir dekor gibi, kimse oralı değil herkes bir yerlerden oraya düşmüş hiçbir gerçekliği yok, uzun süre kalınırsa insanın asabını bozabilecek bir yer, ben kendi adıma altı ayda voltayı aldım.
Bu İstanbul’a ilk gelişiniz, neler düşünüyorsunuz Türkiye hakkında?
Türkiye bence çok önemli bir ülke, son on yılda özellikle Avrupa’da bir Türkiye patlaması yaşanıyor. Genç yönetmenlerin filmleri, son derece yetenekli müzisyenler, adeta bir buzdağının görünmeyen kısımları yeni yeni ortaya çıkıyor, çok heyecan verici. Bu büyük potansiyeli İstanbul’a geldiğimde de hemen fark ettim, belki ülkenizle ilgili çok fazla bilgim yok ama daha İstanbul’a iner inmez farklı bir yere geldiğini anlıyor insan. Türkiye kültürel olarak gerçek bir dev. Düşünsenize on yıl önce hakkınızda yarım yamalak cümleler kurulurken şimdi yazarlarınız, yönetmenleriniz dünyanın en önemli ödüllerini alıyorlar, bir anda, kendiliğinden olabilecek bir şey değil bu, toplumunuzun derin kültürel birikimiyle doğrudan ilişkili bence.
Bahsettiğiniz kültürel zenginlik farklı kültürlerin bu topraklarda bir araya gelmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?
Kesinlikle! Ama şunu da unutmamak lazım, dünyada farklı kültürlerin bir araya geldiği tek yer Türkiye ya da İstanbul değil. Dünyanın birçok büyük şehrinde farklı kültürel öğeler bir araya geliyor, sizin farkınız bu bileşime ulaşırken kişiliğinizi kaybetmemeniz, bu bence çok çok önemli bir nokta ve beni çok duygulandırdı, heyecanlandırdı. Örneğin İspanya’da ya da şimdi yaşadığım Madrid’de bahsettiğim kişiliğin giderek kaybolduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Neredeyse gerçek bir Madridliye rastlamak bile mümkün olmayacak yakında.
Bu söylediğiniz tutuculuk olarak da değerlendirilebilir?
Madrid’de adam gibi Madridli kalmadı. Şehrin geçmişini, adetlerini bilenler ortadan kaybolursa o şehrin kültürel dokusu da zaafa uğrar, demek tutuculuk değildir. Bunu tutuculuk olarak değerlendirmek esas tutuculuğun ta kendisi, böyle saçmalık olur mu? Bir toplumun tarihinden, kültüründen kopması büyük bir kabus, çünkü bu kayıplar kolay kolay telafi edilemeyecek kayıplar. Şimdi Madrid’in merkezine gittiğinizde adım başı bir Starbuck’s a rastlıyorsunuz, çocukluğunuzdan beri alış veriş yaptığınız dükkanlar birer birer kapanıyor, tiyatrolar perdelerini indiriyor, bu erozyona karşı çıkmak niye tutuculuk olsun? Bakın size buradan bir örnek vereyim. Biraz önce otel odasında eski İstanbul’un siluetini seyrederken birden ezan okunmaya başladı. Adamın söylediklerinin bir kelimesini bile anlamıyordum ama çok etkilendim. Sanki adam benim için şarkı söylüyor gibi hissettim, sadece benim için. Biraz kaçığımdır ama ezanın sadece benim için okunduğunu düşünecek kadar da kaçık değilim yani (gülüyor). Adamın söyleyişindeki naiflik beni çarptı, bakın anlatırken hala tüylerim diken diken oluyor. Dünyadaki büyük şehirlerin, metropollerin en önemli ortak özelliklerinden biri gayri insani olmalarıdır. Bu şehirler giderek masumiyetlerini kaybederler ve insani boyutlardan hızla uzaklaşırlar. İşte İstanbul’da bahsettiğim insani boyut hala yerli yerinde duruyor ve bu çok az rastlanır bir durum, beni çok şaşırttığını ve etkilediğini itiraf etmeliyim.
Evet İstanbul Avrupa’nın öbür metropollerine oranla daha insani bir yer hala.
Kesinlikle, ayrıca bir gözlemimi daha aktarmak istiyorum sizinle ilgili. Dünyanın birçok yerinde insanlarda içi boş bir milliyetçilik, kof bir gurur vardır. Sizde gözlemlediğim ise daha saf bir gurur. Türk olmaktan keyif alıyor, mutlu oluyor sokaktaki insanlar sanki ve bunu yabancılara olumlu bir duygu olarak yansıtıyorlar.
Evet ama tarihiyle tam olarak yüzleşememiş bir toplumdan bahsediyoruz aynı zamanda.
Boşversene sen, hangi toplum gerçek anlamda tarihiyle yüzleşmiş. Tarihle yüzleşmek dediğin başka ülkelerin, toplumların baskısıyla dışarıdan yönlendirilebilecek bir süreç değil. Sanıldığından çok daha sancılı, uzun bir süreç. Afrika kökenli biri olarak bütün içtenliğimle söylüyorum bunu. Fransa mı yüzleşmiş kendi geçmişiyle, ya da Almanya mı, İspanya mı? Hadi canım sen de! Bu toplumlar kendileriyle barışık olmak için tarihlerinin ciddi bir kısmını yok sayarak yaşıyorlar. Sizde gözlemlediğim kaba bir milliyetçilikten çok, toprağını, kültürünü, atalarını sevmek. Dünyanın birçok yerinde insanlar daha güzel, daha lüks ve gelişmiş ortamlara kapağı atmak için can atıyorlar. Ama bir yandan da çok kızıyorum Türklere.
Neden?
Çünkü biz yabancılar sizin kültürünüzü, müziğinizi yeterince tanımıyoruz ve bu tamamen sizin suçunuz. İspanya’da ya da Avrupa’nın herhangi bir şehrinde bir müzik dükkanına girdiğinizde ABD’nin kenarda kıyıda kalmış saçma sapan bir kasabasının müziğine kadar rastlamak mümkünken adam gibi bir Türk müziği cdsine rastlamak hemen hemen imkansız. Oysa sizin sanatçılarınızın tanınmasının ötesinde biz yabancı müzisyenlerin sizin müziğinizi tanımaya ihtiyacımız var. Türk müziğinin öyle zengin bir melodik ve ritmik yapısı var ki bu zenginliği tanımamak, ondan beslenmemek bizler için büyük bir kayıp. İnsan buraya geldiğinde neler kaçırdığını daha iyi anlıyor. Javier Limon diye müzisyen bir arkadaşım var o buralara daha sık gelip gidiyor ve her döndüğünde bana, bak Türkiye’de neler keşfettim diye inanılmaz cd’ler dinletiyor.
Söz Javier Limon’a gelmişken prodüktörlerle olan ilişkinizi soralım, bir söyleşinizde prodüktörlerle çalışmaktan hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz.
Evet, prodüktörlerle çalışmak beni hiç cezbetmiyor. Ben arkadaşlarımla müzik yapmaktan hoşlanıyorum. Sadece müzik yapmak istiyorum, farklı öncelikleri olan, başarı peşinde koşan prodüktörlerle işim olmaz.
Başarı bir yana iyi bir prodüktör yaratıcı fikirler verebilir beraber çalıştığı insanlara.
Prodüktörlerde yaratıcı fikir nerde? Prodüktörlerin büyük bir çoğunluğu piyasada tutacak bir şarkı yapıp başarılı olmanın derdinde, yığınla korkuları var. Ben müziğe korkusuzca yaklaşan, müziğin büyüsüyle kendinden geçen müzisyenlerle çalışmaktan zevk alıyorum. Böyle korkusuz prodüktör İspanya’da bir elin parmaklarını geçmez. Senin tanıdığın birileri varsa beni tanıştırırsan sevinirim (gülüyor). Javier’le ilişkimiz de hiçbir zaman tipik bir prodüktör, şarkıcı ilişkisi olmadı. Onu tanıdığımda prodüktör olduğundan haberim bile yoktu. Her şeyden önce iki müzisyen olarak çok sıkı arkadaş olduk, sonrası da kendiliğinden geldi. Javier çok çok iyi bir müzisyen, beraber çalışırken de hep kafamızdaki müziği nasıl hayata geçirebiliriz onu düşündük, ona çabaladık. Hiçbir zaman bana hit bir şarkı yapmaya, hayatımı kurtarmaya çalışmadı. Başarı dediğin benim için kapıyı açıp da eve girdiğinde mutlu olmaktır, ya da aynaya baktığında gördüğün yüze evet işte ben buyum ve mutluyum diyebilmektir. Belki de en önemlisi hayatta karşılaştığınız tekliflere evet ya da hayır dediğinizde bunun tamamen kendi seçiminiz olmasıdır. Aynada kendime baktığımda bir orospu çocuğuyla karşılaşacaksam şarkılarımın sevilmesi, albümlerimin çok satması hiçbir anlam ifade etmez. Başarı ya da başarısızlık benim iki dudağımın ucundaysa esas başarı benim için budur.
Biraz da müziğiniz hakkında konuşalım. Jazz’dan Flamenko’ya uzanan bir yelpaze içinde hareket ediyorsunuz, müziğinizi füzyon olarak değerlendirebilir miyiz?
Bilmiyorum. Açıkçası şarkı bestelerken ya da söylerken şurası Jazz olsun buraya da bir Flamenko ritmi koyalım filan gibi kaygılarla hareket etmiyorum. Benim için şarkı söylemek hiçbir hesap yapmadan içinden geldiği gibi insanlarla iletişim kurmak anlamına geliyor. Sonuçta insani duyguların her toplumda benzerlik gösterdiğini düşünüyorum. Farklı müzik türleri o toplumların ortak insani duygularını dile getirmek için kullandıkları bir dil bana kalırsa. Aslında İstanbul’daki bir genç kızla, Mallorca’daki bir delikanlının aşk acısı aynı acıdır, aynı yoksunluk duygusunun ifadesidir. Dolayısıyla toplumların kendilerini ifade etmede gözlemlenen farklılıklar aslında tamamen koşullara göre değişkenlik gösteren, aslında işin özüne ait olmayan farklılıklardır. İşte bu nedenle buraya gelip İspanyolca şarkı söyleyebilirim ve insanlar da şarkılarımdan tek kelime anlamasalar bile dile getirdiğim duyguları pekala anlayacaklardır. İnsanoğlunu besleyen ve birleştiren ana damar sanattır çünkü. Bak mesela sizin derginizden bir sayfa var önümüzde. Natasha Atlas, Rubin Steiner, Balkan Beat Box, şimdi bu insanların birbirleriyle ne alakası var Allah aşkına bana söyleyebilir misin? Dünyanın bambaşka yerlerinden gelen, çok farklı işler yapan insanlar, birbirleriyle alakaları yok kısacası. Ama işin özüne baktığında aynı şeyi yapıyorlar, işte sanatın bu birleştirici boyutu dünyada başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz bence.
Sizin kuşağınızda Flamenko ile farklı türleri harmanlayarak müzik yapan yığınla grup var, onların çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bütün bu çabalara sıcak bakıyorum. Flamenko’yu bir müzik türü olarak dünyaya benzetirsek, müzik alemini de koca bir evren olarak kabul etmemiz gerekir. Yaratıcı bir sanatçı her zaman başka dünyalara yelken açmak ister. Dünyanın en güzel ortamını sağlasanız da bir süre sonra sıkılır ve arayışlara başlar. Bu nedenle farklı türler arasında dolaşmanın son derece doğal olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz farklı müzik türleri, ifade biçimleri olacaktır ama bu konulara fazla Ortodoks bakmamak lazım. Farklı türlerin her biri bir referans noktası oluşturur, ama her sanatçı kendi bildiğini okur.
Özellikle beğendiğiniz bir grup ya da şarkıcı yok mu yani?
Bak benim bu işle ilgili bir düsturum var. Hoşuma giden her şeyi dinlerim, gerisi de bana vız gelir. Bir grubu ya da şarkıcıyı beğenip beğenmemenin ötesinde sanatın, müziğin gücüne inanırım ben. Bir konser düşün, aslında fikirleri hiç uyuşmasa da yüzlerce, binlerce kişi bir araya gelip birlikte şarkılara eşlik ediyorlar, dans ediyorlar, hopluyorlar, zıplıyorlar bedenleri birbirine değiyor ve konserin sonunda da hep birlikte sahneyi alkışlıyorlar. Bunun ne kadar büyük bir enerji, ne kadar büyük bir güç olduğunu düşünebiliyor musun? İlahi bir güç bu. Dünyada sanatın gücünden daha büyük bir güç tasavvur edemiyorum ve bu başlı başına beni sarhoş ediyor. Şimdi ben şu grubu beğensem, öbürünü beğenmesem kaç yazar?
Müzikal bir değerlendirme yapmıyorsunuz sonuçta?
Hayır. Oraya gelene kadar çok daha önemli şeyler var. Geçenlerde bir Bob Marley dvd’si seyrediyordum. Adam yıllarca birbirinin ümüğünü sıkmış iki politikacıyı (Michael Manley ile Edward Seaga) sahnede tokalaştırdı. Birleşmiş Milletlerin yıllardır yapamadığını iki dakikada yapıverdi. Adamlar el sıkışıyorlar, Bob Marley de gitarıyla havalara zıplıyor, manzaranın güzelliğini düşünebiliyor musun? Allah aşkına saçı sakalı birbirine karışmış, keş bir zenci ne ifade edebilir ki bir politikacı için? Ama işte sanatın, müziğin öyle bir gücü var ki istesen de istemesen de diz çöktürüyor insana. Bu benim için yapılan müziğin kalitesinden daha önemli.
Ama müziğin ve sanatın bahsettiğiniz gücünü kolektif hayatımızı dönüştürecek bir güç olarak kullanamıyoruz?
Çünkü sanat dünyasını korkaklar sarmış. Sanatçıların aynı zamanda entelektüel oldukları dönemlerde şairler, yazarlar, ressamlar birlikte yiyip içer, birlikte üretip, tartışırlarmış. Şimdi etrafta “profesyonel” adı altında bir yığın korkak dolaşıyor. Tanıdığım birçok şarkıcı müziği gerçekten sevmiyor; asıl dertleri şarkı söylemek, başarılı olmak, para kazanmak. Tamamen kendileriyle ve piyasayla ilgililer. Öte yandan arada bir ortaya çıkıp sanat dünyası krizde palavraları sıkanlar oluyor ki onlara da ifrit oluyorum. Şimdi biz bugün kalkıp bir müzeye gidip bir Modigliani sergisi gezebiliyorsak, bir Miles Davis albümü koyup dinleyebiliyorsak sanat dünyası krizde falan değildir, aslanlar gibi yerinde duruyordur. İnsanlar kısacık ömürlerinin kırk elli yıllık bir bölümüne odaklanıyorlar. Oysa bu tam bir cahillik insanoğlunun binlerce yıllık birikimidir sanat, öyle kolay kolay krize girmez! Bak şimdi sana boyumu aşan bir laf edeyim. Sanat insanlığın meşru dinidir. İnsan soyunun kurtuluşu için buradadır. Bir plakta ya da resimde kutsal kitapta anlatılanlardan çok daha fazla gerçek vardır. Bizi gerçekten besleyebilecek, zenginleştirecek olan şey de budur.
Söyleşi: Alişan ÇAPAN